
Bireyin hakları mı devletin çıkarları mı? Musul’a asker göndermenin düşündürdükleri
Thomas Jefferson’ın kaleminden çıkan Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi’ne göre, “Tüm bireyler Tanrı tarafından eşit olarak yaratılmış ve
hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı ile donatılmışlardır. Bu hakları
korumak üzere de gücünü yönettiklerinden alan devletler kurulmuştur.”
Evet, bu tarihi belge devletin amacı ve sınırlarının ne
olması gerektiğini çok veciz bir şekilde ifade ediyor. Devletler biz
vatandaşların elden alınamaz haklarını korumak üzere kurulmuşlardır. Onların
varlık sebebi bizim mutluluğu arama hakkımızı teminat altına almaktır. Yoksa
bireyin, devletin varlığını ve çıkarını korumak için var olması söz konusu
değildir.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde ifadesini bulan bu bakış
açısının, birey-devlet ilişkisine yönelik liberal perspektifi yansıttığını
belirtmeliyiz. Bu bakış açısına göre, toplumun veya devletin, onların kurucu
unsurları olan bireylerin amaç ve çıkarlarından bağımsız ve onların üzerinde
bir amacı ve çıkarı olamaz. Devlet, bireylerin hayat amaçlarını başka bireylerin
haklarına zarar vermeden özgürce takip edebilmelerini güvence altına almakla
yükümlüdür. Bu çerçevede toplumu oluşturan tüm bireylerin ortak çıkarının kamu
düzeni ve adaletin sağlanmasında yattığını söyleyebiliriz. Ancak, barışın ve
güvenliğin olduğu bir ortamda bireyler mutluluğun peşinden gönüllerince
gidebilir. Devlet, bu yükümlülüğünü asker, polis ve yargı kurumları eliyle
yerine getirecektir.
Öte yandan “hikmet-i hükümet” felsefesi devletin onu
oluşturan bireylerin çıkarlarından bağımsız ve onların üstünde bir çıkara sahip
olabileceğini ifade etmektedir. Türkçe’de sıkça duyduğumuz “devletin âli
menfaatleri” ifadesi bu anlayışa karşılık gelmektedir. Bu bakış açısına göre,
asıl olan bireyler değil devlettir. Devletin bekasının bireylerin hayat,
özgürlük ve mutluluğu arama haklarına önceliği vardır. Devlet, çıkarına zarar
vereceğini düşündüğü tehditleri ortadan kaldırmak veya onu geliştireceğini
düşündüğü fırsatları değerlendirmek üzere eyleme geçme hak ve yetkisini
kendisinde görmektedir. Bu çerçevede, ülke içinde veya dışında operasyonlar
yapabilmekte, sıcak çatışmalara girebilmektedir.
Uluslararası ilişkiler yazınında “realist okul” olarak
bilinen yaklaşımın bu hikmet-i hükümetçi bakış açısını yansıttığını
söyleyebiliriz. Realist ekol, uluslararası ilişkilerde temel aktörlerin
devletler olduğunu ve bu aktörlerin kendi çıkarları (milli çıkar/national
interest) olduğunu kabul etmektedir. Realistlere göre uluslararası toplum,
Thomas Hobbes’un Leviathan adlı eserinde resmettiği, düzen sağlayıcı üstün bir
otoritenin olmadığı “doğa durumu”na karşılık gelmektedir. Yani uluslararası
ortam bir “anarşi” durumudur. Bu ortamda her devlet, vatandaşlarının çıkarları
ile zorunlu olarak örtüşmeyen, “milli çıkarını” korumak için Machiavelli’nin
salık verdiği şekilde güce dayalı eylemde bulunur.
Buna karşılık liberal perspektif, devletlerin çıkarlarının
vatandaşların temel çıkarlarından bağımsız olamayacağı kabulü çerçevesinde,
ancak vatandaşların temel haklarına yönelik ciddi ve yakın bir tehlike olması
durumunda devletin uluslararası arenada güce başvurmasını onaylar. Bu da son
çare olarak görülür. Pek tabii ki, liberaller kendi ülkelerinin dışında cereyan
eden insan hakları ihlallerine kayıtsız değildirler. Bunlara karşı uluslararası
koalisyonlar aracılığıyla ve ilkeler çerçevesinde mücadele edilmesini salık
verir. Temel amaç, o bölgede bozulan kamu düzeni ve barışı tesis etmekle
sınırlıdır. Yoksa o bölgede nüfuz alanı oluşturmak, medeniyet kurmak, yaşam
alanı (lebensraum) tesis etmek; eski Cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal’ın
ifadesi ile “Bir koyup üç almak” değildir!
Şimdi, geçtiğimiz hafta içerisinde Hükümet’in 400 asker ve
25 civarında tankı Musul’a konuşlandırmasını bu çerçevede nasıl
değerlendirmeliyiz? Acaba Musul ve çevresinde hali hazırda Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının can ve mal güvenliği aleyhine yakın ve ciddi bir tehdit mi
bulunmaktadır? Buraya bu sayıda personeli yerleştirerek, devlet vatandaşlarının
haklarını güvence altına mı almaktadır yoksa ülkeyi sıcak bir savaşın içine
sokma ihtimali dolayısıyla bu hakları riske mi etmektedir? Hükümet, bu bölgede
IŞİD’e karşı uluslararası bir koalisyonla işbirliği içerisinde mi bu eylemi
gerçekleştirmiştir?
Hükümet’ten gelen ilk açıklama bu güçlerin IŞİD’e karşı
Peşmerge güçlerine askeri eğitim verme amacıyla konuşlandırıldığı şeklinde
oldu. Esasen bu amaca yönelik olarak 200 asker hali hazırda Irak’ta
bulunmaktaydı. Yani, eğitim amacına yönelik olarak zaten yeterince asker orada
mevcuttu. Irak Hükümet’inin de bu durumu protesto edip Türkiye’nin bu gücü
derhal geri çekmesini talep etmesi üzerine, zırhlı birliklerle takviye edilmiş
bu 400 askerin eğitim amacıyla oraya gönderilmediği iyice gün ışığına çıktı.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, Irak Hükümet’inin ve İran’ın mezhep temelli
politikalar yürüttüğünü ve bölgede Sünni Arapların ve Türkmenlerin haklarının
elden alındığını ve Türkiye’nin bu grupların haklarını koruyacağını ifade
ederek gerçek amacın Irak askerlerini eğitmek olmadığını itiraf etti. Bu
çerçevede tek amacın IŞİD’e karşı mücadele etmek olmayıp Irak’ta Şii
politikalarına set çekmek de olduğunu öğrendik. Hatta IŞİD’e karşı mücadele
etmenin amaçlar arasında yer alıp almadığı da şüpheli bir duruma düşmüş oldu.
Nitekim IŞİD’e karşı mücadele için oluşturulan ittifakın başını çeken ABD’den
Türkiye’nin bu eyleminden haberdar olmadıkları açıklaması geldi. Bu açıklama
Türkiye’nin uluslararası bir koalisyonla değil kendi inisiyatifiyle bu eyleme
girdiğini ortaya koydu.
Tüm bu gelişmeler ve açıklamalar, Hükümet’in Türkiye
vatandaşlarının temel haklarına yönelik açık ve yakın bir tehdide karşı veya
insani bir krize karşı uluslararası camia ile işbirliğinde bir eyleme
girmediğini göstermektedir. Bu çerçevede devlet liberal bir bakış açısıyla
kendisine tanınan meşru yetkileri aşmış görünmektedir. Öte yandan, Hükümet’in
bu yaklaşımı “hikmet-i hükümetçi” bir anlayışı yansıtmaktadır. Hükümet bizim
vatandaşlar olarak bildiğimiz “ulusal güvenlik ve barış” gibi temel
çıkarlarımız dışında kalan ve onun üstünde bir devlet/hükümet çıkarını
politikalarının merkezine yerleştirmiş görünmektedir. Bu durum hepimiz
açısından büyük riskler barındırmaktadır. Ne yazık ki, bugün geldiğimiz
noktada, bu risklere karşı Hükümet’i frenleyip dengeleyebilecek bir kuvvetler
ayrılığı kalmamıştır. Bu uyarıyı yapmak bağımsız sivil inisiyatiflere
düşmektedir.
Not: Bu konuda ayrıca Oktay Cansın Emiral’ın 9 Aralık’ta
Taraf Gazetesinde yayınlanan “Musul Sorunu ve Uluslararası İdealizm Teorisi”
başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ederim.
http://www.taraf.com.tr/musul-sorunu-ve-uluslararasi-idealizm-teorisi/
Bu yazı Ankara Review'dan alınmıştır.
Bu sitede yayınlanan yazılarla ilgili bütün sorumluluk yazarlara ait olup, Özgürlük Araştırmaları Derneği yazarların yazılarından doğabilecek hiç bir hukuki sorumluluğu kabul etmez. Kurumun web sitesine gönderilecek yazılar, editörler kurulu tarafından argümantasyon ve kanıta dayalı olarak değerlendirilir. Ancak düşünce özgürlüğü ilkesi gereği yazarın bakış açısına herhangi bir müdahalede bulunulamaz. Yazılar referans gösterilmeden basılamaz, kopyalanamaz ve paylaşılamaz.